Translate

27 Nisan 2016 Çarşamba

Aylak Adam ya da Disconnectus Erectus (Yeni Bir Bakış)


Yabancılaşma nedir? Marks’ın yabancılaşma teorisine göre yabancılaşma,  insanın doğadan koparak kültürel-toplumsal alanda kendine ikinci bir doğa kurmak istemesidir. Marks’a göre yabancılaşma tanımının bir başka ayağı da bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmadır. Bunun sonucu olarak insan kendi doğasına yabancılaşır.

Edebiyatın kaynağını hayattan aldığı aşikar bir gerçektir. Modernitenin beraberinde getirdiği zorunlu değişimler, milletlerin edebiyatlarında da kendini bir biçimde gösterecektir. Batı’da romanı klasik gelenekten kurtarma çabası 1950’li yıllarda ortaya çıkar. İnsan bilimlerinin gelişimiyle toplumsal hayatın her alanında olduğu gibi edebiyatta ve edebiyatın bir türü olarak romanda yeni bir takım değişmeler görülür. Kendilerine bugün modernist ya da yeni romancılar denilen yazarlar, artık klasikleşmiş macera-perest roman kahramanlarına karşı olarak, hayatın dayattığı yeni bir tipi ortaya çıkarmakta ısrarcı olurlar. Bu yeni tip, insanın kendine yabancılaşması sonucu kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ‘modernist’ yazarların romanlarında yer edinir.

Bu açıdan yabancılaşmanın eşiğindeki roman kahramanı, Batı ile kıyaslandığında, Türk edebiyatında daha önceleri benzerine pek rastlanmamış yeni bir tiptir. Toplumcu-gerçekçi yazarların bu tipin toplumda bir karşılığının olmadığı ve dolayısıyla Batı’dan ithal bir tip olduğu yönündeki eleştirileri de fazlasıyla iddialıdır. Çünkü bu tipin Aylak Adam’a dek roman sanatına bu kadar güçlü yansımamış olması, gündelik hayatın içinde buhranlara sıkışmış, topluma yabancılaşmış bireylerin var olmadığı ve olamayacağı anlamına gelmez.

            Türk Edebiyatında modernist bir romancı olarak Yusuf Atılgan -tıpkı peşinden koşup gelecek olan Oğuz Atay gibi-eserlerinde bireyin varoluş sorununu ve toplum içindeki yalnızlaşmasını anlatmakta, bu yönüyle psikanalitik incelemelere açık roman karakterleri oluşturarak Freud’un bahsettiği gibi sanatçıda bulunan bir çeşit nevrotik rahatsızlığı, bir memnuniyetsizliği dile getirmekte,  toplum değerleri ile zıtlaşarak bir varoluş kavgası yaşamaktadır. Aylak Adam’da bay C. , Anayurt Oteli’nde ise Zebercet karakterleri bunu örnekler.

Aylak Adam sürekli bir arayışın romanıdır. Roman kahramanı bir isme bile sahip olamayan ve yalnızca ‘C.’  olarak bildiğimiz, kendisine babasından hatrı sayılır miktarda para kalmış ve para kazanma kaygısı içinde olmayan,  Freud’un Oidipus kompleksinden nasibini almış ‘sıkıntılı’ bir karakterdir. Sürekli sevgiyi, dünyada saf ve iyi olan sevgiyi arayan ve aradığını bulma inancı taşımayan Aylak Adam’da ana mesele arayıştır. Dünyada salt mutluluğun olamayacağına inanır ancak çok düşük bir ihtimal de olsa arayışını sürdürür. Arayış onun için yaşamın kendisidir.

Aylak Adam’da yazar,  karakterin içinde bulunduğu psikolojik buhranı yer yer dile getirir. Roman karakteri yabancılaşmanın eşiğinde olduğunun farkındadır. Varoluşunun sebeplerini kavramaya uğraşan roman karakteri annesini küçük yaşta kaybetmiştir,  bu sebeple annesinden duyamadığı sevgiyi onu bir anne gibi büyüten teyzesinden alır. Babası gibi olmaktan korkan, ona karşı nefret besleyen Aylak Adam için Freud’un Oidipus kompleksinden biraz bahsedelim. En sade tanımıyla Oidipus kompleksi, Sigmund Freud’un kurucusu olduğu psikanalitik teoriye göre karşı cinsteki ebeveyni sahiplenme ve kendi cinsinden ebeveyni safdışı etme konusunda çocuğun beslediği duygu, düşünce, dürtü ve fantezilerin toplamıdır. Teyzesinden anne sevgisi gören Aylak Adam’ın, babasının teyzesi ile olan ilişkisini öğrendikten sonra ‘baba figürü’ne karşı bir düşmanlık beslemesi, onu reddetmesi olağandır. Üstelik Aylak Adam’da çocukluk yıllarının Oidipus’lu hatıraları karakterin bütün yaşamı boyunca kendisini gösterecektir. Aylak Adam dünyada salt bir mutluluğun varlığına inanmaz ama yaşamı boyunca ona en ideal sevgi teyzesinden duyduğu anne sevgisidir. Yaşadığı bütün ilişkilerde bir şekilde bu boşluğu doldurmak için uğraşır.

Türk Edebiyatında, döneminde anlaşılamayan yazarlar mezarlığının Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay gibi saygın bir medfunu olarak Yusuf Atılgan , Aylak Adam’da yaşamıyla paralellikler gösteren bazı noktalar da bırakır. Her ne kadar Fransız edebiyat kuramcısı Roland Barthes, ‘’ Yazar öldü!’’ dese de okurun yazarı tanıması, okurun yazar ile yapıtı arasındaki ilişkiyi bilmesi onu ‘aşırı yorumdan’ koruyacağı gibi eserin yanlış anlaşılmasının da önüne geçer.

Aylak Adam’da,  yeni yeni gelişmeye başlayan küçük burjuva toplumunun kıskacındaki insan ilişkilerinin yapmacıklığı ve roman karakteri C.’nin ‘hayattaki tutamak arayışı’ Berna Moran’ın bahsettiği gibi ‘klasik roman kuralları’ ile anlatılır. Yazarın daha başarılı kabul edilen ve karakterinin(söz konusu Zebercet)  psikolojik rahatsızlığının daha da ileri derecede olduğu, okuru düşünmeye zorlayan bir bulmaca gibi çözümünü bekleyen ve her şeyin salt mantıksallıkla kavranamayacağını insanın yüzüne vuran Anayurt Oteli romanı teknik yapı bakımından daha farklı, daha ‘modern’ bir görünüm arz eder.


Eleştirmen Nurdan Gürbilek’in Anayurt Oteli ve Aylak Adam arasındaki bağıntıyı özetleyen  şu cümleleriyle, Aylak Adam için açtığımız ve  üzerine daha fazlasını yazmanın muhakkak olduğu bu bahsi şimdilik sonlandıralım:  ‘’ Aylak Adam’ı gerçek sevgi peşinde bir özgür ruh, Zebercet’i cani olarak görmeden önce sormak lazım: Tek bir kadına, erişilmez bir kadına olan büyük tutkusu, kendini ısrarla başkalarından ayırma telaşı bir türlü iyileştiremediği gurur yarası nihayet kıpkızıl öfkesiyle Zebercet’i de içinde taşımaz mı Atılgan’ın Aylak’ı ? ‘’

9 Nisan 2016 Cumartesi

Gogol'ün Palto'sundan Payımıza Düşenler


‘Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık.’diyor Dostoyevski. Doğruluğu tartışılsa da Dostoyevski’ye atfedilir bu söz. Kimilerine göre ise mesela H.E. Bates’e göre Gorki’ye aittir. Bu sözü Rus yazarlarının Gogol’e bir şükranı olarak okuyabiliriz. Dostoyevski’nin İnsancıklar’ında ve Çehov’un hikayelerinde, Tolstoy’da ve daha birçok Rus yazın ustalarında Gogol’ün bıraktığı mirasın payını görmek , Orhan Pamuk’un ‘Schiller esintileriyle’ kavramlaştırdığı tabir ve manayla söylemek gerekirse, ‘düşünceli okur’larca gözden kaçmaz sanırım. Gogol’ün Palto hikayesinde yarattığı ve yaşattığı ‘küçük insan’ tiplemesi;  insan psikolojisinin derinliklerini kurcalayan Dostoyevski’de,  Çehov’un gündelik hayatın ‘sıradan insan’ları ile vücuda getirdiği ‘modern’ hikayelerde, Tolstoy’un insani duyarlılığında kendini gösterir.

Ana hatları ile özetleyip birkaç şey söylemek istediğim Palto hikayesi, Aslı Takanay çevirisi ile Ayrıntı Yayınevi tarafından yayımlanmış ikinci basım Palto kitabından alıntılanmıştır.

Palto hikayesinde ele alınan sorun temelde bir insanlık sorunudur. Yalnız Rus edebiyatına veya Rus toplumuna ilişkin olduğunu söylemek eksiklik olur. Modern zaman insanının kendini konumlandırdığı statü piramidinde, kendinden zayıf olanı hor gören ve kendinden üstün olana boyun eğmek zorunda kalan  ‘hayat bürokrasi’sinde bu tem , bütün bir dünya edebiyatının ana meselesi olmak konusunda ısrarcıdır. Nabokov’a göre Palto’yu sadece Rus bürokrasisinin ve toplumsal yaşayışının bir eleştirisi olarak okumak sanıldığının aksine yanlış bir yaklaşımdır. Ona göre hikayede bundan fazlası vardır.

Hikayenin başkişisi Akakiy Akakiyeviç Başmaçkin, Gogol’ün hiçbir ‘sıra dışılığı’ olmayan sıradan bir devlet memurudur ve çalıştığı dairede çalışma arkadaşlarının ve üst makamdaki şeflerinin tüm alaylarına ve eziyetlerine rağmen işini ‘şevkle’ daha doğrusu ‘aşkla’ yapmaktadır. Gogol’ün biraz da mizahi üslubuyla değindiği gibi ‘kendiliğinden gelişen olaylar memurumuza başka bir isim vermeyi imkansız hale getirmiştir.’ Akakiy Akakiyeviç daha doğumundan itibaren birtakım absurd(saçma) olayların perdesinden okura sunulur. Tıpkı Akakiy Akakiyeviç gibi kendi de bir memur olan babası ve ‘iyi yürekli’ annesi,  yeni doğan çocuklarına takvim yapraklarından bir isim seçmeyi denemişlerse de bunda başarılı olamamışlardır. Üç dört seferlik bir denemenin ardından yine daha önce hiç duymadıkları isimler gelince sonunda çocuğa babasının ismi olan Akakiy ismi verilmiş ve böylece Akakiy Akakiyeviç ismi ortaya çıkmıştır. Böylelikle daha hikayenin ilk satırlarında memur olan bir babanın aynı isimde ve ilerde aynı işi yapacak bir kopyası yaratılmış olur.

Yılların eskittiği memurluk hayatında, onun işe kim tarafından ve neden alındığı da pek sorgulanmaz, daha doğrusu Gogol’e göre bunu kimse ‘hatırlamaz’ .Ancak Akakiy Akakiyeviç hep aynı mevkidedir. Senelerce aynı işi yapar. Yeni mektupları temize çekme işiyle uğraşır. Memur arkadaşları onun bu işi yapmak için doğduğunu düşünürler. Onlar için Akakiyeviç’in iç dünyasının bir önemi yoktur çünkü görünüşü ve uğraşı bütün varlığını özetler. Böylece yaşamın kıyısında ‘silik’ Akakiyeviç için eziyetlerin ardı arkası gelmez. Hikayenin bu bölümüne kadar Gogol’ün yer yer komik unsurlarla ördüğü anlatı, ortaya bir ‘çatışma’ unsurunun çıkışıyla yerini trajediye, acıklı olana bırakır. Okur bundan önceki kısımlarda Gogol’ün hikaye başkişisiyle kafa bulduğunu sanabilir. Ancak görülmelidir ki aslında saçma olan her şey hayatta her zaman karşımıza çıkan/çıkarılan gülünçlüklerdir. Her şey aklın emrettiği gibidir: Akakiy Akakiyeviç ‘küçük insan’dır.

Bastıran soğuklardan korunmak için eski paltosunun artık iş görmez olduğunu ve yeni paltonun da çok fahiş bir fiyata yapıldığını anlayınca hayatında ilk kez bir devinimin eşiğine geldiğini fark eder ve bu durumu hayretle karşılar. Yazar, bu kısımda iç burkan trajik unsurları ard arda sıralar. Halk tabakaları arasındaki uzaklığın etkileri hikayede sezdirilir. Memur maaşıyla paltoyu satın alamayacağını anlayan Akakiy Akakiyeviç, zaten pek kısıtlı olan hayatında daha da kısıtlamalar ve birikimler yapar. Zihni artık bu yeni palto fikri ile meşgul olduğundan, her zaman büyük bir ciddiyetle devam ettiği işine artık eskisi kadar yoğunlaşamaz. Paltosunu almak için harcadığı çaba onu gözü açık biri yapmıştır. Hayatında ilk kez önüne kendince büyük bir hedef koymuştur ve bunun bilinci onda yavaş yavaş uyanır. Hikayenin ‘küçük insan’ı artık bir çatışmanın içindedir.

 Nihayetinde Akakiy Akakiyeviç yeni paltosuna kavuşur. Bütün aynılıkların, bayağılıkların arasına gelip yerleşen bu ‘yeni palto’ birtakım değişmelerin de habercisi olur. Memur arkadaşları Akakiy Akakiyeviç’in çok sevdiği ve gözü gibi bakmaya çalıştığı paltosundan takdirle bahsederler hatta öyle ki Akakiyeviç bundan yer yer utanır, rahatsızlık duyar.

Çalıştığı dairede masa şefinin tertiplediği davete katılıp paltosu ile eğlence konusu olduktan sonra alışık olmadığı bu yerden ayrılmak isteyen Akakiy Akakiyeviç alkolün verdiği ‘uçarılık’la evin yolunu tutar. Ancak tenha sokaklardan geçerken karşısında beliren iki adamın yeni paltosunu gasp ederek kaçmasının verdiği acıyla yıkılır. Evine döner. Ertesi gün polisten yardım istemeye çalışsa da onunla kimse ilgilenmez. Polisler de ayrı palavralarla onu oyalarlar. Çalışma arkadaşları bu duruma üzülürler, kendi aralarında para toplayıp ona yeni bir palto almak isteselerde bunda başarılı olamazlar. Akakiyeviç, daireden bir arkadaşının tavsiyesi üzerine diğer dairelerden birindeki ‘mühim adam’a başvurur. Mühim adam bu işin çözümü için en kestirme yoldur ve onun yardımı -Akakiyeviç’in düşüncesine göre- ona paltosunu geri getirecektir. Ancak işler umduğu gibi gitmez. Mühim adam, zaten ‘pısırık’ bir adam olan Akakiy Akakiyeviç’i kendinden yaşça büyük olmasına rağmen mevkii üstünlüğünün de verdiği bir kibirle azarlar. Bürokrasinin yarattığı ast-üst ağı altında yıkılan Akakiy Akakiyeviç kahırlanır. Hastalanıp yatağa düşer ve geceleri sayıklamaya başlar, küfürler savurur. Bir zaman sonra, yaşamak için dünyada kendisine bir tutamak bulmuş bir insanın bu tutamağı kaybetmesi gibi yıkılır. Dünyadaki tutamak arayışı böylece sonlanır ve Akakiy Akakiyeviç ölür.

Hikaye bitti sanılsa da Gogol sonuç kısmını fantastik bir biçimde ilave eder. Dönemin popüler ‘hayalet’ söylentilerinden faydalanarak hikayesine malzeme yapar. Ortaya çıkan söylencelere göre Kalinkin Köprüsü civarında geceleri memur kılığında bir ‘hortlak’ çalınan paltosunu bulmak  için paltolu adamlara musallat olur. Üstelik  paltosunu ararken ‘rütbesine ve unvanına’ bakmadan karşısına çıkan her insanın paltosunu sırtından çekip alır. Bu hortlağı gördüğünü iddia eden daire memurlarından biri, onun Akakiy Akakiyeviç’e benzediğini söylese de bundan emin olamaz. Şehirde büyük bir huzursuzluk başlamıştır. Paltolu üst ve alt mevki insanlar büyük bir tedirginlik yaşarlar. Yaşamı boyunca insanlar arasında tıpkı bir hayalet gibi yaşamaya çalışan Akakiyeviç şimdi hortlayıp bütün soylu insanların, daha doğru belirtmek gerekirse ’mühim adamları’ın rüyalarına girer.

Paltosunu kurtarmak için Akakiyeviç’in başvurduğu ‘mühim adam’ –ki bazı çevirilerde bu karakterden ‘bakan’ olarak bahsedilir- Akakiyeviç’ e yaptığı haksızlıktan pişmanlık duysa da artık çok geçtir. Bir akşam bir davete gitmek üzere arabasına bindiğinde Akakiyeviç’in hortlağı yakasına yapışır ve adamın paltosunu alır. Mühim adam bunun korkusuyla artık eskisi gibi katı ve kibirli davranmayı bırakır; biraz yumuşamaya gider. O günden sonra ‘çalınan paltosunu arayan memur hikayeleri’ artık duyulmaz. Akakiyeviç kendine uygun paltoyu bulmuştur.

Ana hatlarıyla yukarıda aktardığım bu hikaye Rusya’da bir çokları tarafından sert eleştiriler almış bilhassa soyluları tir tir titretmiştir.Kendi ‘palto’larından olmak istemeyen herkes bu hikayeye biraz saldırgan bir bakışla yönelir. Ancak fantastik bir sonla noktalansa da Akakiyeviç’in yaşarken de bir hayalet olmadığını kim söyleyebilir ? Dönemin Çarlık Rusyası’na ve Çarlık bürokrasisinden halk tabakasının çektiği sıkıntılara mizahi bir pencere açan bu hikaye, söylenenlere göre Gogol’ün bir toplantı esnasında duyduğu bir olaydan esinlenerek yazılmıştır. Anlatılan olay,  av meraklısı sıradan bir memurun yıllarca para biriktirerek aldığı tüfeğini dereye düşürmesi ve sonrasında girdiği bunalımla ilgilidir. Bu bunalımdan ancak arkadaşlarının aldığı yeni bir tüfekle kurtulmuştur. Gogol kendine has sanat yeteğini bu anlatıyı komik, trajik ve fantastik öğelerle süsleyerek gösterir. Ancak Gogol o kadar da iyimser değildir. Hikaye kahramanı ancak hortlayıp, ölümüne sebep olan adamın paltosunu çalınca huzura erer. Böylece çatışma sonlanır ve hepimiz Gogol’ün ‘Palto’sundan payımıza düşeni kavramaya uğraşırız. Onun ‘Palto’sundan korkanları ise Çarlık Rusya’sının büyük memuru Kont Strogov’un şu sözleri özetler: “Şu Gogol’un ‘Palto’su ne korkunç bir öykü. Bu köprüdeki hayalet, hepimizin paltolarımızı sırtımızdan çıkarır. Bu öyküyü okurken artık durumumu siz düşünün.”

Bu konuya Nabokov’un Gogol üzerine söylediği şu sözlerle son verip bütün bir dünya edebiyatının Gogol’ün Palto’sundan çıktığını tekrar hatırlatalım:


“Gogol’un Palto’da sergilediği sanat, paralel doğruların kesişmekle kalmayıp, solucan misali kıvrılabileceklerine, karmakarışık hale gelebileceklerine işaret eder.”(Vladimir Nabokov, Nikolay Gogol)

5 Mart 2016 Cumartesi

Kuyucaklı Yusuf: Sur Harabesi Üzerinde Yetişen Yabani İncir




        Sabahattin Ali yazın hayatına çeşitli gazete ve dergilerde şiirler ve öyküler yazarak başladı.Değirmen, Kağnı, Ses,Yeni Dünya,Sırça Köşk  kitaplarında derlenen hikayelerinde ve KuyucaklıYusuf,İçimizdeki Şeytan,Kürk Mantolu Madonna adlı romanlarında kullandığı dil dönemin diğer edebiyatçılarına nazaran pek sade ve akıcıdır. Cumhuriyet dönemi edebiyatçılarının sık sık ele aldığı Batılılaşma sorununa eserlerinde pek yer vermeyen yazar asıl hikayeciliğini Anadolu’ya yönelerek, Anadolu insanının dertlerini sıkıntılarını, Anadolu’daki güç yaşam koşullarını ve toplumsal tabakalardaki insanların ruh hallerini başkaldırı ve merhamet ile dile getirerek belgelemiştir.Mehmet H.Doğan’ın incelemesine göre, ‘’Önceki kuşak hikaye ve romancıları (Ömer Seyfettin,Refik Halit,Yakup Kadri, Reşat Nuri,vb) için, Anadolu ‘bilmedikleri bir memlekettir.’ Bilmedikleri bir gezgin gibi giderler oraya…Dıştan bir gezginin gözleriyle bakarlar ona…Sorunların yüzeyindedirler…Gerçekçilikleri bir masa başı gerçekçiliğinden öteye gitmez…Sabahattin Ali ve ondan sonra gelen yazarlar kuşağı, Cumhuriyet yönetiminin getirdiği ekonomik ve toplumsal değişikliklerin bir sonucu olarak Anadolu’nun sorunlarının ağırlık kazandığı, bu sorunların kendini anlatmağa başladığı bir dönemin kuşağıdır.Anadolu’ya bürokrat gözüyle bakmayan bir kuşaktır bu.’’
      
      Yazar,  çevreye dışarıdan bakan gözlemci gerçekçilik yerine  çevrede yaşanan olayları ve kişileri duyan, bilen eleştirel bir bakışı, eleştirel bir gerçekliği benimser.Anadolu insanını gerçekten de müthiş bir realiteyle dramatik bir bakış ile sunar okuyucuya.Kağnı adlı hikayesinde şu giriş cümlesi dikkat çeker : ‘’Bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin, Arkbaşı'nda Sarı Mehmet'i vurdu.’’ Böylece hikayeye  direkt bir giriş ile başlar ve  bu, edebiyatımızda pek az yazarın cesaret edebileceği bir başarıdır .Aynı şekilde  Kuyucaklı Yusuf romanına da bunun  gibi  kısa ve net bir giriş yapar : ‘’1903 senesi sonbaharında ve yağmurlu bir gecede Aydın’ın Nazilli kazasına yakın Kuyucak köyünü eşkıyalar bastılar ve bir karı kocayı öldürdüler.’’

        Hikaye ve romanlarında büyüdüğü köy ve kasaba çevrelerindeki insanları , mahpus yattığı cezaevlerinde yaşadığı ve tanıklık ettiği yahut da duyduğu olayları kendi gerçeklik süzgecinden geçirerek yansıtır.Bahtiyar Köpek adlı hikayesinde şunları söyler :

''Niçin hep acı şeyler yazayım? Dostlar, yufka yürekli dostlar bundan hoşlanmıyorlar. -Hep kötü, sakat şeyleri mi göreceksin?- diyorlar. -Hep açlardan, çıplaklardan, dertlilerden mi bahsedeceksin? Geceleri gazete satıp izmarit toplayan serseri çocuklardan; bir karış toprak, bir bakraç su için birbirlerini öldürenlerden; cezaevlerinde ruhları kemirile kemirile eriyip gidenlerden; doktor bulamayanlardan; hakkını alamayanlardan başka yazacak şeyler, iyi güzel şeyler kalmadı mı? Niçin yazılarındaki bütün insanların benzi soluk, yüreği kederli? Bu memlekette yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu?''

       Sabahattin Ali bazı eserlerinde ferdi temalar işlemişse de onun için ‘toplumcu gerçekçi edebiyatın roman ve hikaye dalında büyük bir temsilcisi diyebiliriz’.Ancak şunu da belirtmek gerekir ki ne sadece toplumcu –gerçekçi bir yazardır ne de sadece bireycidir.Sayısı altmışı aşkın öykülerinden büyük bir bölümü köy ve kasaba çevresinde geçmiştir.Bunların dışında Kürk Mantolu Madonna adlı romanı, Selim İleri’nin de belirttiği gibi, bireysel sorunlardan yola çıkar görünmekle birlikte siyasal bir söyleme dönüşür; bireyi, bilinci dışında belirleyen toplumsal-siyasal etkenleri dolaylı bir ifadeyle deşer.Yazarın eseri, döneminde iyi yorumlanamamış ve sadece bir aşk romanı olduğu sanılmıştır.Fethi Naci İse Sabahattin Ali romancılığını şöyle yorumlar:  “S. Ali’nin kişilerine karşı davranışı ilginçtir. Gerçekten kendi dışında, gerçekten kendinden bağımsız kişiler gibi görür onları. Davranışlarına müdahale edemediği bu insanlara kimi zaman kızar, kimi zaman onlara yardımcı olmak için çırpınır. Ama karışmaz –sanki– onların davranışlarına” der.

       Yazar her ne kadar köy ve köylü çevresini anlatsa da şive taklitlerine yer vermemiş; konuşma dilini yazı dili olarak kullanmıştır.Öykülerini ve romanlarını realizmin ilkelerine göre  oluşturmuş ve aralarındaki sebep-sonuç bağını iyi gözetmiştir.’’Hayata, muhite dönmek , muhitten birçok şeyler almak ve muhite birçok şeyler vererek yazmak lazımdır; bunun yapılabilmesinin birinci şartı ise realist olmaktır.’’  diyen Sabahattin Ali  çevre gözlemlerini kişilerin ruh hallerini tasvir edecek bir biçimde yapmaya özen göstermiştir.

 Kuyucaklı Yusuf: Sur Harabesi Üzerinde Yetişen Yabani İncir

       Kuyucaklı Yusuf, Türk Edebiyatında ‘memleket edebiyatı’ hareketinin Cumhuriyet devrindeki ilk başarılı örneği sayılır. Roman 1931-1932 yılları arasında yazılmış ve Yeni Anadolu gazetesinde tefrika edilmeye başlanmıştır. Ancak Sabahattin Ali ile gazete sahibi Cemal Kutay arasında telif konusunda bir sıkıntı yaşanmış ve gazete sahibi telifi ödemeyince yazar tefrikayı kesmiştir. Yaşanan bu tartışmanın ardından Cemal Kutay ve Emin Soysal, okuduğu bir şiirde Atatürk’e hakaret ettiği gerekçesiyle Sabahattin Ali’yi ihbar etmişler; bu suçla yargılanan Sabahattin Ali bir yıl hapis cezasından sonra, Cumhuriyetin onuncu yılı sebebiyle gelen genel afla serbest kalana kadar, Konya ve Sinop cezaevlerinde yatmıştır. Roman daha sonra 1936’da Tan gazetesinde tefrika edilmiş ve 1937’de kitaplaştırılmıştır.
      
Nazilli’nin Kuyucak köyünde doğmuş Yusuf’un ana babasını eşkıyalar öldürmüştür. Küçük yaştaki Yusuf’u kaymakam Selahattin Bey evlatlık alır. Dokuz yaşındaki Yusuf İle kaymakamın üç yaşındaki kızı Muazzez arasında dile dökülmemiş bir yakınlık doğar. Selahattin Bey’in karısı Şahinde geçimsiz, hırçın bir kadındır. Kaymakam evindeki hayattan kaçabilmek için, yeni atandığı Edremit’te içki ve kumar meclislerine devam eder.

       Şimdi aradan on yıl geçmiştir. Fabrikatör oğlu, kasabanın bıçkın delikanlılarından Şakir, bir bayram yerinde, salıncağa binen Muazzez’e çirkin davranışlarda bulununca Yusuf’tan dayak yer. Yusuf’tan intikam almak isteyen Şakir, zeytinlikte işçi olarak çalıştırdığı Kübra ve annesi aracılığıyla Yusuf’a tuzak hazırlar. Şakir babasını da kandırarak Muazzezle evlenmeye karar verir. Kumarda fabrikatöre ödeyemeyeceği kadar borçlanan Selahattin Bey kızının Şakir’le evlenmesine boyun eğmek zorundadır. Yusuf arkadaşı Ali’den borç alır. Ali de Muazzezi sevmektedir. Yusuf duygularını gizler. Muazzez de Yusuf’u sevdiğini nihayet söyler. Yusuf genç kızdan büsbütün uzaklaşır. Bir düğünde Şakir havaya silah sıkarken Ali’yi öldürür. Olay örtbas edilir. Selahattin Bey artık yaşlanmış,  yarı hasta yaşamaktadır. Şahinde Şakir’le anlaşarak kızının fabrikatör ailesine gelin gitmesini düzenler. Yusuf düğün günü Muazzezi kaçırır. Kaymakam onları geri getirerek evlendirir. Yusuf tahrirat katibi olmuştur. Ama bu dingin ortam uzun sürmeyecek, Selahattin Bey kalpten ölecektir.

       Yeni kaymakam İzzet Bey, eşrafla, özellikle Şakir’le dostluklar kurar. İşret’e düşkün İzzet’in dadandığı evlerden biri de Şahinde’ninkidir. Yusuf süvari tahsildarı olmuş, köy köy dolaşmakta; Şahinde’nin evinde her gece içkili, çalgılı eğlenceler düzenlenmektedir. Muazzez İçkiye alıştırılır. Giderek bu tuhaf hayatın içinde söner. Bir gece evi basan Yusuf, meclisteki erkekleri elinde kamçıyla kamçılar. Şakir yüzü kamçılanmış İzzet Bey’in onurunu korumak adına silahına sarılır. Yusuf da ateş eder. Lamba devrilmiş, her yer kararmıştır. Rasgele ateş eden Yusuf, bir zaman sonra bütün seslerin kesildiğini ayırt eder. Bir tek ağır yaralı Muazzez sağ kalmıştır. Yusuf karısını Balıkesir’e götürmek ister. At sırtındaki Muazzez sabaha karşı ölür. Yusuf karısını gömer ve atını artık dağlara sürer.

       Kuyucaklı Yusuf bir yönüyle ‘tutunamayışın’ romanı olurken diğer yönüyle memleket edebiyatı akımının farklı ve yetkin bir klasiği konumunu koruyor. Yusuf, içinde bulunduğu çevreye alışamamış, düzene ayak uyduramamış bir tiptir. Ailesinin katledildiği köyden uzakta Edremit’te bir kaymakamın evlatlığıdır. Roman, Yusuf’un bu yabancılığı üzerine inşa edilir. Varoluşsal bir yalnızlık bekler Yusuf’u. Bu sırada arka plandaki manzara ise bize Sabahattin Ali farkını gösterir. Arka planda bütün gerçekçiliği ve acımasızlığı ile  Anadolu vardır. Ancak bu fon silik bir biçimde değil, roman kişilerinin iç dünyalarının tasviri için önemli bir bütün olarak karşımıza çıkar. Yazar dönemindeki diğer yazarlar gibi Anadolu’yu Doğu-Batı ikileminde ele almamış, ona bürokrat gözüyle bakmak yerine eleştirel gözlemciğin hatta toplumcu gerçekçiliğin savunucusu olmuştur.

       Edremit’e bir türlü alışamayan Yusuf bazen evde pencereden dağlara, bulutlara bakar, kasabada olup bitenler kendisine anlatılanlar karşısında hep kayıtsız kalır. Varoluşsal bir kayıtsızlığa benzer bu : “Yusuf bazen hafif bir tebessümle, bazen de ciddiyetle kaşlarını kaldırarak bunları dinler, fakat katiyen hayret eseri göstermezdi. Adeta bütün bu anlatılan şeyleri önceden biliyormuş gibi bir hali vardı. Dünyanın en meraklı ve hayret verecek hadisesi bile onun lakaytlığını izale edemeyecek gibiydi.”Sabahattin Ali Yusuf’un gelişimini şöyle ifade eder:  “Böylece küçük Yusuf, bir sur harabesi üzerinde çıkan bir yabani incir ağacı gibi, biraz sıkıntılı ve şekilsiz, fakat serbest ve istediği gibi, büyüyor, gelişiyordu.”

        Yazar gençlik yıllarını geçirdiği Edremit’i romanın merkezine koyar . Böylece bir Anadolu kasabasının ahvalini bütün çıplaklığıyla görürüz. İnsanlar arasındaki ilişkiler ve çeşitli kurumlar üzerine keskin tespitler yapar. Örneğin, evlilik kurumu hakkında şunları söyler:

‘’Bizim küçük Anadolu şehirlerimizde bu müzmin evlenme hastalığı daima hüküm sürmektedir. En kuvvetliler bile bir iki sene dayanabildikten sonra bu amansız mikroptan yakalarını kurtaramazlar ve kör gibi, Önlerine ilk çıkanla evleniverirler.’’

‘’Bereket versin, Anadolu'nun bu yalnız kendisine mahsus dertleri yanında bunların gene yalnız kendisine mahsus çareleri vardır. Bunlardan en birincisi "rakı"dır. Burada felaketzede memur içer; müflis tüccar içer; fena mahsul çıkaran eşraf içer, senelerden beri aynı köşede bırakıldığı için içerleyen zabit içer ve nihayet karısı ile geçinemeyen kaymakam içer...’’
Kasabada büyükler gibi gençler ve çocuklar da kendi aralarında sınıflara ayrılmıştır ve Anadolu’nun bu gerçeği  romanda şu sözlerle anılır:

‘’…Burada çocukların büyük adamlar gibi, muhtelif sınıfları, muhtelif grupları vardı ve bu tasnifte büyüklerinkinden çok farklı esaslar gözetiliyordu…’’

        Kasaba çocukları muhtelif gruplara ayrılmış (ağırbaşlı kabadayılar,terbiyeli ve kendi halinde olanlar,korkaklar vb.) kendi içlerinde bir nizam kurmuşlardır.Ara sıra bu gruplar arasında sürtüşme olsa da Yusuf bunlara dahil olmak istemez.Ancak daha sonra onu ağırbaşlı kabadayı olarak nitelendirebiliriz.
       
       Nazım Hikmet’in şu dizesi gibi, ‘’topraktan öğrenip’’ kitapsız bilendir.’’ Yusuf. Başta okula gider, ancak bu uzun sürmez; sıkar onu bu toplumsal kurum. Okulda öğretilenler "kıvır zıvır’’bilgilerdir Yusuf'a göre .Selahattin Bey, "Bu dünyada birçok şeyler bilmek lâzım!" dediğinde, "Sırası düştüğünde bilenlerden öğrenirim." yanıtını verir. Ona göre doğa bilgisidir işe yarayan, hocanın bildiği değil.

Modern bir tragedya ve soylu-vahşi tezahürü
       
       Geldiği kasabaya ve onun ‘Tanrı’larına uyum sağlayamayan bir ‘tutunamayan’ olarak da görebiliriz Yusuf’u. G.Wicham, tragedyadan bahsederken: ‘’Eğer kurulu bir doğa veya töre yasasını biri-herhangi bir sebeple- bozarsa arkasından zorunlulukla bu karşı gelişin sonuçları doğacaktır, der ve ekler: ‘’…sonuç Tanrıların isteğidir.’’ Bu bağlamda Fethi Naci’nin de dediği gibi Kuyucaklı Yusuf, modern bir tragedyadır. Nasıl ki Eski Yunan da bu güç tanrıların elindeydi, şimdi de bu tür bir güce sahip olan kasabanın eşraf ve mütegallibesidir.  Kasabada sözü geçen en yüksek mercii burasıdır. Kasaba halkı bu ‘seçkin’lere bulaşıp da başlarına bela almamak için bütün haksızlıklarına ve kötülüklerine göz yumarlar. Öyle ki burjuvazinin kucağındaki bu efendilere ne jandarma karşı koyar ne de bir başkası. Devlet de bunlara ses etmez, arka çıkar. Klasik bir Yeşilçam filmi karakteri gibi gelse de Fabrikatör Hilmi Bey’in oğlu ve çetesi adaleti satın alır. Bu burjuva takımına yalakalık eden bir kimse daha varsa o da Şahinde’nin şahsında tezahür eder. Süse, eğlenceye düşkün bu kadın ailesinin ve bilhassa kızının istikbalini böyle insanların eline atarken kendi vicdanını bir şekilde teselli etmeyi bilir.Bütün bunlardan habersiz olan Yusuf, kasabada hayatından bunalır ve romanda da sık işlendiği gibi tabiatla bir olur.

       Berna Moran, Kuyucaklı Yusuf üzerine yaptığı bir incelemede J.J.Rousseau’nun ‘soylu-vahşi’ ikileminden bahseder. Rousseau Toplum Sözleşmesi ve İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri adlı kitaplarında temiz, bozulmamış, erdemli bir hayatın doğada var olduğunu ileri sürerek yapay duruma geçen insanların toplumsal bir düzen oluşturduklarını bunun sonucunda iş bölümü, zengin-yoksul gibi toplumsal sınıfların ortaya çıktığını ve insanlar arasındaki eşitliğin kalktığını, bireyin özgürlüğünü ve benliğini yitirdiğini belirtir.İnsan ancak özüne, yani doğaya dönerek, yapay insan konumundan doğal insan mertebesine geçerek mutluluğuna kavuşur. Zira insan yaşam sahasından, doğadan, koparılarak mutluluğunu yitirmiştir. Böylece romantik bir başkaldırı edebiyatı oluşmuştur. Yapay dünyanın bu bozulmuş ahlak anlayışı ve sistemi yüz göz olmak istemeyen sanatçı ya çeşitli yollarla doğal halini arayacak ya da yapay insanların arasında ve bu sahtelikle metalaşacak büyük bir yalnızlık buhranına ve varoluş kaygısına düşecektir.

       Şüphesiz Kuyucaklı Yusuf’un durumu bundan farksızdır. Yazar, kahramanı sürekli bir yabancılık ve yalnızlık tasviriyle verirken onun doğayla bütünleşme isteğini yansıtmayı da ihmal etmez. Yusuf,  yalanla işi olmayan, mevkii hırsına kapılmayan, kimseye bir kötülüğü dokunmamış, mert, dürüst  kişiliğiyle ‘doğal insan’dır. Romanda Yusuf yaşadığı çevrenin dışına, ormana, çayıra doğaya sığınmak ister. Kaymakam Selahattin Bey’in zeytinliğinde işçilere göz kulak olarak geçirir günlerini. İşçilerin dilinden anlayacağını sanır. Birini durdurup onunla herhangi bir konuda konuşmanın özlemini duyar. Altı seneden beri kendisi gibi konuşan birine rast gelmemiştir çünkü. Yusuf bu fukaralara karşı kasaba halkının tavrını beğenmez: ‘’Bu fakir işçilere bu köpek muamelesini yapmaya neden lüzum görüyorlardı? Evet, Allah onları bir kere fıkara yaratmıştı, bunda kimsenin kabahati yoktu, fakat onlar böyle yaratılmışlar diye niçin tepelerine binmeli, onları adam yerine koymaktan niçin çekinmeliydi? ” Buna karşılık Fabrikatör Hilmi Bey ve oğlu Şakir ahlaki değerlerini yitirmiş, paranın her dertlerine deva olacağını sanan yozlaşmış yapay insanlardır

       Roman üzerine Nazım Hikmet’in şu cümleleri dikkat’e değerdir : “Bazı manasız romantizm elemanları ihtiva etmesine rağmen, Türk romanı tarihinde yeni bir merhale teşkil eder. Türk edebiyatında, bir Türk kasabacığının ve kısmen köylülerin hayatı, bu kadar büyük bir kuvvetle ilk defa olarak tasvir ediliyordu. Hatta mürteci münekkitler bile, eserin bediî kıymetini itiraf etmek mecburiyetinde kaldılar.”  Yusuf’un bu romantik kişiliğe karşın olaylar zinciri realist bir biçimde anlatılır. Böylece yazar, romantizm ile realizmi buluşturur.
       
       Romanda eksik kalan bir şey varsa o da şüphesiz Şakir’in tecavüzüne uğrayan Çineli Kübra’nın ve annesinin akıbetidir. Bir zaman sonra Yusuf bu köylü kızına ve annesine acıyıp evlerine alır. Şakir ve arkadaşı Hacı Ethem’in Çineli Kübra ve annesi yoluyla suçu Yusuf’un üzerine yıkma tuzağı, Kübra’nın dayanamayıp her şeyi annesine anlattırmasıyla bozulur. O andan itibaren Yusuf bu kızın gözlerinde kendini tesiri altına alan bir bakış görür.Kızın bu mertliğinden etkilenir.Çineli Kübra’nın da içten içe Yusuf’a ilgi duyduğu anlaşılır.

       Hal böyle olunca kafalarda kalan bu olayın akıbeti hakkında Asım Bezirci, Fethi Naci, P.Naili Boratav ve Cevdet Kudret gibi edebiyatçıların üzerinde anlaştıkları nokta romanın tamamlanamamış bir üçleme olduğu gerçeğidir. Sabahattin Ali katledilmeseydi ikinci cilt ‘Çineli Kübra’yı üçüncü cilt ise dağdan şehre inen Yusuf’u konu alacaktı. Sabahattin Ali ile yakın dostluğu olan Boratav, yazarın kendisine üçüncü ciltte kişileri başkent Ankara’ya göçürterek başkentin toplum yaşamını anlatmayı düşündüğünü söyler: "Sabahattin, birkaç kere bu üçleme tasarısı üzerinde durmuştu, ama bana üçüncü ciltte, kişilerini Ankara'ya göçürmek suretiyle, başkentin toplum yaşamını anlatmayı düşündüğünü söylemişti. Öyle sanıyorum ki üçüncü cildin konusu üzerinde romancı ya kesin bir karara varılmamıştı yahut da sonunda, iki konudan birini kesin olarak seçmişti." Boratav, düşüncelerinin sonunda Sabahattin Ali'nin neler tasarladığını kimsenin bilemeyeceğini de belirtmektedir. Ayrıca romanın sonunda Yusuf yumruğunu sıkıp kasabaya karşı savurarak bize sonraki ciltlerin haberini verir.

       Sonuç olarak Yusuf sürekli özgür, başına buyruk olmak ister. Tabiatında bu vardır çünkü. Ancak kasabanın sözü geçen ‘tanrıları’ buna müsaade etmez. Yusuf tüm dürüstlüğüne tüm mertliğine rağmen sürekli bağımlı olduğunu görür. Muazzez ile aşkı etrafında şekillenen bu olaylar bireysel bir sorunundan evrensel bir temaya, insanların sorununa dönüşür. İnsan doğadan koparak özünü kaybetmiştir ve yapay insanların çöken ahlak sistemleri devlet-eşraf, eşraf köylü ilişkileri ve bunun doğurduğu adaletsizlik Yusuf ile Muazzez’in kaderini belirler. Cinayetle, katliamla başlayan roman tekrar ölümlerle biter. Muazzez’in, Yusuf’un hayatından koparılması onda bu dünyaya dayanma gücü bırakmaz.Gene bir eğlence gecesi karısının sarhoş halde bu mütegallibe takımının pençeleri arasında kıvrandığını görünce büsbütün çıldırır ve içerdekileri kurşuna dizer.Karanlıkta karısını da vuran Yusuf onu yaralı halde bu batağın içinde alıp çıkarır.Doğaya dönüştür bu.Buradan mümkün oldukça uzağa bir kaçıştır ancak yaralı karısı  fazla yaşayamaz.Karısını  için atının heybesinden çıkardığı bıçakla mezar kazar ve kendinden koparılan bu parçayı gömer.Atını dağlara sürer.İçindeki bütün yıkıntılara bütün kedere  rağmen başını öne eğmek istemez.Matemini ortaya vurmadan tek başına yüklenir ve yeni bir hayata doğru yürür.

       Kuyucaklı Yusuf aradan epey zaman geçmesine rağmen bugün hala  önemini yitirmeden ayakta durabiliyorsa bunun en önemli sebebi taşraya ilk realist bakış olması ve Sabahattin Ali’nin kaleminden çıkmasıdır. Böylece Sabahattin Ali  kendisinden sonra gelen toplumcu-gerçekçi yazarları etkilemeyi bilmiştir.Bugün bir  İnce Memed’in oluşumunda bu eşkıyalık, isyan, ve doğaya dönüşün bilhassa Kuyucaklı Yusuf’un yeri yadsınamaz.Bütün tutunamayışı ve yabancılığı ile Yusuf sur harabesi üstünde yetişen yabani bir incirdir.Sabahattin Alinin şu dizeleri bütün kitabı özetliyor aslında:

‘’Şehirler bana bir tuzak/İnsan sohbetleri yasak;
Uzak olun benden, uzak/Benim meskenim dağlardır.’’



Küçük Kara Balık ve sırtındaki dev imgeler



      İranlı yazar Samed Behrengi, Küçük Kara Balık adlı kitabında,  denizin dibindeki küçük bir balığın çevresindeki bütün baskılara, tutucu düşünce yapısına karşı denize, özgürlüğe ve aydınlığa ulaşma serüvenini anlatır. Bir alegoriler bütünü olan bu masal kitabı Şah Rıza Pehlevi iktidarına muhalefetten yasaklanmış olmasına rağmen ününü dünyaya duyurmayı başarmıştır. Bugün hala Türkçeye ve çeşitli dünya dillerine çevrilmektedir. Ayrıca bu masal, seksenli yılların Türkiye’sinde de ‘yasaklı çocuk kitapları’ listesini kabartan bir kaç Behrengi kitabından biri olma özelliğini taşımakta. Bir neslin hafızlarında cesaretin ve inancın simgesi olmuş Küçük Kara Balık, Çağan Irmak’ın yönetmenliğini yaptığı Çemberimde Gül Oya adlı televizyon dizisinin bir bölümünde de yer bulmuş: İlkokul öğretmeni,  öğrencilerine Behrengi’nin Küçük Kara Balık kitabını dağıtmıştır. Ancak bundan haberdar olan okul müdürü durumdan pek memnun kalmaz ve Behrengi’nin  ‘anarşist’,  kitabının ise ‘zararlı neşriyat’ olduğunu söyleyerek bütün kitapları toplatır ve bahçede öğrencilerin gözleri önünde benzin döküp yaktırır. Kitabını vermeyip saklayan bir öğrencisi ise daha sonra hocasıyla kitap üzerine konuşurlar.  Seksenlerde çocuk olmuşlar için Küçük Kara Balık şimdilerde her hatırlandığında korku ve cesaret karışımı bir sevmek olarak kalmıştır sanırım.

       Birçok çocuk için Küçük Kara Balık, öncekilerden çok farklı bir kitaptı: mutlu sonlu masallar dinlemeye alışmış kulaklar bu sefer karınlarında kocaman bir taşın ağırlığını duydular. Devlerin-cücelerin, prenslerin-prenseslerin, kötü cadıların ve sürekli galip gelen iyilerin dünyasında Küçük Kara Balık bütün bir hayat realitesi ile gelip yerleşti. Bütün o alt metinli yerli ve yabancı masallar, yerlerini sorgulayan bir minik balığa terk etmek zorunda kaldılar. Behrengi’nin istediği tam olarak da buydu : “Artık, çocuk edebiyatını kuru, donuk öğüt ve telkinlerle sınırlamamızın vakti geçmiştir. Çocuklar boş ve gevşek temellere dayalı hayallere sevkeden faktörlere ilişkin beklentilerinden uzaklaştırılmalı ve o ilk ümidin yerine, toplumsal realiteler ile bunlara karşı direnmeyi öğrenme temeline dayalı, başka türlü bir ümit aşılanmalıdır.”

       Behrengi, geçmişteki ünlü masallarla ilgili olarak kaleme aldığı bir makalede, bu masalların bilimsellikten uzak olduğunu ve kahramanlarının düşüncelerinin, sözlerinin ve davranışlarının bize örnek olamayacağını söyler. Ona göre biz; düşüncelerimizi, sözlerimizi ve eylemlerimizi yaşadığımız zamandan almalıyız. Bu bağlamda yaşadığımız zamanın kahramanlarını aramalı, kendimizi bir zaman ve mekânla sınırlamamalıyız. Ancak Behrengi bunlara rağmen bu masalları geçmişteki insanların arzu, hayal ve düşünce dünyalarını kavramak açısından okumamız gerektiğini söyler.

       Behrengi, masallarını şu aşamaları kullanarak inşa etmiştir: “Sorgulama-Bilinçlenme-Ayrışma Aşaması; Mücadele Etme Aşaması; Özgürleşme Aşaması(Ceran, 2005:438). Bu aşamaların Küçük Kara Balık masalında göstermeye çalışacağım.

a) Sorgulama-Bilinçlenme-Ayrışma Aşaması

       Küçük Kara Balık gündelik bütün uğraşlarından bıkmış bir halde, bir sabah annesine artık buralardan gitmek istediğini söyler. Ancak gerek annesinden gerekse çevresi(komşular) tarafından büyük bir tepkiye maruz kalır. Burada görülür ki Küçük Kara Balık,  ‘yaşlı’ büyükleri tarafından tayin edilen yaşam sınırlarını aşma isteğindedir. Tekdüze bir yaşam istemediği için onların bu dayatmasına karşı durur. Engin bir denizin içinde ona tayin edilen yer olsa olsa ancak bir ‘akvaryum’ dur. Kendisine karşı çıkanları da cahil, bilgisiz, bir nevi ‘eski kafalı’, görmekten ve böylece onları küçümsemekten geri kalmaz. Burada kafalara takılan soru şu olabilir: çocuklara örnek teşkil etmesi düşünülen böyle bir figürün, büyüklerine karşı bu tavrı,  çocuğun gelişiminde nasıl bir etki bırakacaktır? Zira Küçük Kara Balık figürü biraz ukala ve küstahçadır. Ancak kendisi gibi ‘aklıyla kavrayan, gözleriyle gören’ kimselere karşı sıcakkanlıdır. Bunu kanımca şuna yorabiliriz: bu bir nevi oto-oryantalizm etkisi dolayısıyladır. Behrengi,  Şahlık rejimine muhalif bir yazardır. Ülkesinde tıpkı bu masalında tipleştirdiği gibi ‘cahil, gözü kulağı kapalı, tembel’ insanların içinde politikayla baş etmeye çalışmıştır. Masalın da bir alegoriler bütünü olduğu düşünüldüğünde kendi insanlarına karşı -onların içinden bir aydın olarak- duyduğu bu tepki daha iyi anlaşılır.

       Küçük Kara Balık’ın yeni yerler görme isteği okyanusun sonunun olup olmadığı sorgusu onu yaşadığı çevreden uzaklaştırmak zorunda bırakır. Çevresinin baskıcı tutumu ve kendi özgürlüğü için bir tehdit unsuru olarak görülmesi Küçük Kara Balık’ın bilinçlenmesi sonucunu ortaya çıkarır ki bu da balığın yaşadığı çevreden ayrılmasına yol açmıştır ve böylece ayrışma ile beraber birinci aşama tamamlanır.

b) Mücadele Etme Aşaması

       Küçük Kara Balık, bütün baskılara karşın en nihayetinde kendisi için bir ‘akvaryum’ olan dereden ayrılır. Bu yaşadığı coğrafyadan kopuştur. Yolda giderken rastladığı kurbağalar ile arasında geçen diyaloglar ilgi çekicidir. Bu kurbağalar da tıpkı yaşadığı derede  ‘dünyayı, denizi tamamıyla bildiklerini sanan’ balıklar gibidir. Onların arasında da hor görülünce kendisini dışlayanları küçük görmekten kaçmaz.     

       Bütün bunlara karşı ‘korkusuz ve bilgili’ bir balık figürü çıkar karşımıza. Kurbağaları kendi hallerine bırakıp yoluna devam eder ve kendini bilinmezin dünyasına atar. Yolda bu sefer de karşısına, avladığı kurbağayı yemekle meşgul bir yengeç görür. Yengeç onu tuzağa düşürüp kendisine yem etmek ister ancak Küçük Kara Balık yanaşmaz. Yengeç’e av olan kurbağa ise az önce balığın rast geldiği ‘kendilerini beğenmiş ‘ türden bir kurbağadır ve Yengeç onları ‘dünyanın kaç bucak olduğunu kendilerine göstermek ‘ için avladığını söyler. Ancak Yengeç, az sonra suyun kenarına koyunlarını otlatmak için yaklaşan çoban oğlanın darbesiyle kumun, çakılların arasına gömülür. Burada yine insanlar dünyasına göndermeler yapılır. ’’Büyük balık küçük balığı yutar.’’ sözü en iyi buraya yakışsa gerektir.

       Çoban oğlan sudan uzaklaşınca kayanın üzerine bir kertenkele çıkar ve Küçük Kara Balık ile konuşmaya başlar. Kertenkele anlatıda ‘akılı ve bilgili’ olarak anılır. Küçük Kara Balık’a ilerde karşılaşacağı Pelikan ve Kılıçbalığı tehlikesi hakkında izahat veren Kertenkele ona kendini korumak için bir de ‘hançer’ vermeyi ihmal etmez.  Tehlike diyoruz çünkü anlatının bundan sonraki bölümlerinde mekan değişir, ’dere’den ‘nehre’ bir geçiş söz konusudur. Küçük Kara Balık’ın böyle cesurca, sırtında hançeri ile denizi keşfe çıkması diğer minik balıkların da –pelikan düşüncesinden korka korka-ona katılmalarına sebep olur. Peşine takılan minik balıkları cesaretlendirmeye çalışan Kara Balık en sonunda arkadaşlarıyla pelikanın kesesinde bulurlar kendilerini. Arkadaşları, bütün bu olanların sorumlusu olarak Küçük Kara Balık’ı suçlarlar. Burada dikkat çeken bir unsur ‘ihanet’tir ve Pelikan kendilerini ancak bir şartla bırakabileceğini, minik balıkların Küçük Kara Balık’ı öldürmesi gerektiğini söyler. Arkadaşları Küçük Kara Balık'a düşman kesilirler. En nihayetinde Küçük Kara Balık arkadaşlarıyla tutuştuğu kavgadan sonra ölü taklidi yapar. Minik balıklar, Küçük Kara Balık’ı boğduklarını Pelikana bildiriler ancak Pelikan sözünde durmaz ve onları midesine indirir. Bu esnada Küçük Kara Balık, hançerini çekerek pelikanın kesesini yırtar ve oradan kurtulur. Burada alegori kendini hissettirir. Pelikanı ve diğer balıkları alıp yerlerine insanları koyup mekanı da bu dünyadan bir mekan olarak düşündüğümüzde taşlar yerine oturur. Bu ihanetin bedeli ölümle ödenir.

c) Özgürleşme Aşaması

       Bu zorlu imtihanın sonucunda balık sonunda denize varır. Denizde bu sefer ‘balıkçı' figürü önem kazanır. Bu figür de kanımca diğer ‘engelleyici’ figürler gibi balığın özgürlük arayışına mani olan otoriter bir güçtür. Balıkçı her zaman yaptığı gibi, denizin diğer balıklarını ağlarının içinde esir eder ve bu dünyadan koparır. Bunun için nice balıklar ondan korkarlar. Ancak balıklar bir defasında bir olmuşlar ve ağı delerek esaretten kurtulmuşlardır. Denizde karşılaştığı balıklardan bu mücadeleyi işiten Küçük Kara Balık kendisine benzeyen başka balıkların varlığına sevinir. Kendi ‘gibi bilgili ve korkusuz’ balıkların grubuna katılmadan önce denizi etraflıca dolaşmak ister. Sessizce süzülerek yüzerken: “Şimdi artık ölüm korkutmuyor beni, ama yaşadıkça onu arayacak değilim. Ölümle karşı karşıya gelince , ki bu sık sık oluyor, kaçınılmaz bir gerçekle yüz yüze olacağım. Önemli olan bu değil. Önemli olan benim yaşamımın ya da ölümümün başkaları üzerinde bırakacağı etkidir”. Bunları düşünürken karabatak tarafından yakalanır

       Küçük Kara Balık,  Karabatak’ın saldırısına uğrar ve kendini kuşun midesinde bulur. Gözlerini açtığında karşısında başka bir minik balık görür. Ağlayıp sızlayan minik balığı susturup kurtuluş çaresini düşünür. Sonuç olarak minik balığı kurtarmayı başarır, hançerini kuşun midesine geçirir ancak kendini kurtaramaz. Bir daha da kimse ondan haber alamaz.

       Anlatı, Küçük Kara Balık’ın deniz dünyasında ‘mütegallibe’  takımın zaferiyle son bulur. Her ne kadar mütegallibe takımının zaferi desem de asıl zafer Küçük Kara Balık’ındır. Onundur çünkü, o bir çocuk zihninde, baskın ve tutucu düşüncenin hükümranlığı altında birey olarak sorgulayabilme ve mücadele edebilme cesaretinin sembolü haline gelmiştir. Küçük Kara Balık, ’’Kimse beni yoldan çıkarmadı. Aklım, zekam var; kendim anlıyorum. Gözüm var görüyorum.’’ Diyerek  ‘cehaletle’ savaşır ve aklın üstünlüğünü savunur. Bunu yazarın Şahlık yönetimindeki İran toplumuna bir eleştirisi olarak yorumlayabiliriz. Bu özelliğiyle o bir rehberdir; kendi sığ dünyalarında kalmış, düşünmekten, sorgulamaktan ve mücadele etmekten korkan, batıl inançlarla tutucu düşüncelere meyleden diğer bütün balıklara, yani biz insanlara ‘’derya içre olup deryayı bilmeyenlere’’ örnek olacak rehber bir kimsedir.

       Behrengi, masallarında, düşlediği toplumun inşasını, yarattığı çocuk kahramanların elleriyle gerçekleştirirken vermek istediği iletileri metnin içerisine sindirmiş, cümlelere örtük bir anlam yüklemiş, zihnindeki düşünceyi hemen ortaya koymamıştır. Bu nedenle Behrengi hikâyelerde verdiği iletilerde anlam oluşturma sorumluluğunu çocuğa bırakmıştır. Küçük Kara Balık çocuk kitabı olarak bilinmekle beraber temelde ele aldığı problemler bakımından çocukların dünyasını aşar. Aynı zamanda büyüklere de hitap ederek her kesimden insana açılır. Masal cesaret, sorgulama, birey olma, adalet, eşitlik gibi kavramların çocuk zihnine kazandırılması açısından dikkat çeker.

       Samed Behrengi 1967’de 28 yaşındayken Aras Nehrinde ölü olarak bulunur. Yüzerken öldüğü söylense de şahlık rejiminin büyük muhaliflerinden olduğundan suikaste kurban gittiği düşünülmektedir. Küçük Kara Balık’ın öyküsü Behrengi’ye ne kadar da benziyor. Bir meşale ile karanlığı aydınlatırken karanlıkta bırakılmak…Diyeceğim odur ki Küçük Kara Balıkları yüzdürmek lazım bilinmeyenlere, bilinmesi gerekenlere…


Bir anti-kahraman H. Caulfield


''Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.'' 
J.D. Salinger

Gönülçelen-Çavdar Tarlasında Çocuklar/Özet

     Hikâye ilk ağızdan anlatılır. Holden Caulfield'ın üç gününü kapsayan kitap, Holden'ın okuduğu Pencey Prep'ten Noel'den (tahminen1949) hemen önce kovulmasıyla başlar. Daha önce, iki okuldan daha kovulmuştur ve bu sefer ailesiyle yüzleşmemek için eve gitmek istemez. İlk önce eski tarih hocası Mr. Spencer'ı ziyaret eder. Canını sıkan hocasından kurtulan Caulfield, yurda döner fakat orada da başta yakışıklı ve atletik Stradlater olmak üzere yurt arkadaşlarıyla kapışır ve orayı da küfürler savurarak terk eder.

       New York'ta içmiş şekilde gezmeye başlayan Caulfield, tanıdıklarıyla rastlaşır. Sürekli olarak etrafındaki her insanın "samimiyetsiz/yapmacık (phony)" olduğunu söyleyen Caulfield sonunda bir otele çekilir ve bekaretini kaybetmek için bir kadın satıcısıyla kız konusunda anlaşır. Odasına yaşıtı olduğunu tahmin ettiği bir kız gelir, fakat nedense sevişmek istemeyen Holden yüzünden işler yolunda gitmez ve kadın satıcısı fazladan 5 $ daha alır. Holden daha sonra eski kız arkadaşlarından Sally Hayes ile çıkmaya karar verir ve onu arar. Beraber tiyatroya ve buz pateni yapmaya giderler. Sonunda dayanamayan Caulfield kıza hakaret eder. Sally kaçtıktan sonra Caulfield bunalmış bir şekilde, ailesine çaktırmadan kız kardeşi Phoebe`yi görmek için eve gider. Küçük kız kardeşi ona Noel için biriktirdiği parayi verir. Caulfield ailesi geldiği anda evden kaçar.

       Kitabın sonlarına doğru, Holden güvendiği tek hoca olan Mr. Antolini'nin evine gider. Hocası ona geleceği için mantıklı ve yararlı öğütler verir. Uyumaya başlayan Caulfield gözlerini açtığında hocasının onun alnını okşadığını görür. Neden bunu yaptığı kitapta tam açıklanmasa da, Holden bunu hocasının eşcinsel eğilimlerine yorar. Evden kaçan Holden, bir tren istasyonunda uyuyakalır. Sabah kalktığında da, Batı`ya doğru otostop çekip gitmeyi kafasına koymuştur. Tanıdığı bütün insanlardan kaçıp vardığı yerde sağır taklidi yaparak bambaşka bir hayat sürecektir. Fakat önce bitirilmesi gereken bir iş vardır, kız kardeşinin parasını geri vermek.

       Holden, Phoebe'nin okuluna gider ve sekretere kız kardeşini öğle teneffüsünde okulun yakınındaki müzede beklediğine dair bir not bırakır. Phoebe, Holden'ın yanına vardığında elbiselerle dolu bir bavul taşımaktadır. Niyeti bellidir: Ağabeyiyle birlikte gitmek.

       Holden bu isteğini sertçe reddeder. Kız kardeşine kötü örnek olduğunu düşünmeye başlamıştır artık. Phoebe ona küser ve Holden gitmekten vazgeçtiğini söyler, kız kardeşini sehir parkina götürür. Atlı karıncaya binen Phoebe, Holden'ı neredeyse ağlatacak kadar mutlu eder.

       Holden Caulfield'ın hikâyeyi anlatması burada bitiyor. Günümüze dönerek olaylardan sonra hastalandığını, şu anda bir psikaytrist ile görüştüğünü ve sonbaharda okula gideceğinden bahsederek kitabı sonlandırıyor.

 Salinger’in tek romanı Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı yaklaşık bir sene evvel okuduğum Emrah Serbes’in Deliduman romanına benzetiyorum biraz.İki romanda da anlatıcılar birbirlerine benzer sorunlu karakterlerdir.Bu açıdan aslında Modern Amerikan Edebiyatının bu ‘klasiği’ni okurken pek yabancılık çekmedim.Salinger bu eseriyle büyük bir şöhrete kavuşmakla beraber kaçışı da kaçınılmaz bulmuştur.Bu açıdan bu kitabın zamanında bazı çevrelerce pek de iyi anlaşılamadığını düşünüyorum.Gizemli yaşamı ve eserinde yaşamından kesitler sunması onu daha da göze batan bir yazar yapmıştır.Her ne kadar kitapta anti-kahramanımız Holden sinemaya,film sektörüne,tiyatroya karşı düşüncelerini izah etmişse de yazara, sanki onu seslendiren aslında kendisi değil de bir başkasıymış gibi ısrarla kitabının filme dönüştürülmesi yönünde teklifler gelmiş ancak bunu kabul etmemiştir.

       Kitap, anti-kahraman Holden Caulfield'ın okuldan atılmasıyla başlayan süreci Holden'ın kendi ağzından anlatır.Bunu bir günlük olarak düşünebiliriz.Holden çevresiyle sürekli sorun yaşayan bir tiptir.Kendi kafa dengini bulmakta bir hayli zorlanır.Ergenliğe yeni girmiştir  hepimizn ergenlik döneminde az çok yaşadığı sıkıntıları anlatır bu yönüyle bizden biridir. Bazen kendinizden bir parça bulursunuz bu anti-kahramanda.Böylece roman akıcılığa kavuşur ve yalnız iki-üç gün süren bu olaylar silsilesini merakla takibe koyulursunuz.

       Pencey okulundan ve daha önceki birkaç okuldan umduğunu bulamaz Holden ve evine dönmeden önce okuldan ayrılır kendi hesabına birkaç günlük bir tatil yapmak ister.İnsanlarla arasındaki iletişimi bozuk olan bu ‘ergen’in bir çeşit ‘gerçeğin yüzü’nü görmesi, ikiyüzlülüğe, insan değerlerinin yapmacıklığına ,insanlar arasındaki sevgisizliğe ve anlayışsızlığa  argo söylemiyle bir başkaldırıdır bu roman.

       Romanın iki çevirisi mevcuttur.Açıkçası yabancı dili iyi olan için bu eseri kendi dilinde okumak muazzamdır.Ancak sorun şu ki her iki çeviri arasında belirgin farklar vardır ve bu da anlatıyı etkilemektedir.Cem Yayınevi tarafından Fransız aslından çevrilen roman  Gönülçelen adı ile okurlara sunulmuştur.YKY’de ise Coşkun Yerli tarafından Çavdar Tarlasında Çocuklar ismiyle tercüme edilmiştir.Kanımca bu isim kitabın son kısımlarında adı anılan ‘rastlarsa biri birine çavdarlar arasında ‘ adlı şiirden ve Holden’in ‘büyüyünce’ ne olmak istediği sorulurken verdiği cevaptan esinlenerek uygun görülmüştür:
‘’…Her neyse, hep, büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum.Binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta-yetişkin hiç kimse,yani- benden başka.Ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum.Ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken , ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum.Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum.Ben, çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim.Çılgın bir şey bu, biliyorum, ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim.Biliyorum, bu çılgın bir şey.’’

       Romanın anahtarı aslında  yukarıdaki bu paragrafta gizli.Bu simgesel anlatım aslında kitabın bütünüyle çok iyi uyuşuyor.Holden’in en iyi dostları kız kardeşleridir ve bir de kendisini pek sevmediğini sandığım bencil bir ağabeyi vardır.Kız kardeşlerinde birinin ölümü onu derinden üzmüştür ve sanki bu olaydan sonra diğer küçük kardeşine sıkı bir bağlılık duyar.Küçük kız kardeşi Phoebe ile aralarındaki diyaloglar gerçekten Holden’in yaşadığı bütün ümitsizliklerin yanında çok masum birer zaman dilimi gibi görünür.Bunlar dikkate değerdir.

       Holden bir anti-kahramandır.Artık sıradanlaşmış bir tabu olan ‘roman kahraman’ı deyimi böylece yıkılır.Çabuk öfkelenir ama öfkesini zor yansıtır.Kendinde o cesareti bulamaz.Bir sevdiği vardır üzerinde çok titrer ancak  romanda bir leitmotif gibi sürekli onu arama isteği duysa da bir türlü arayamaz;  – kendi tabiriyle- havasında değildir.Kendi dünyasında yaşayan bu küçük adam sürekli bir dışlanma,hor görülme baskısına maruz kalır.İnsanlar ona çok ‘spesifik’ çok ‘sahtekar’ görünür.Alıp başını çekip gitmek istese de bu isteğini dile getiremez ve macerası bir psikiyatri kliniğinde noktalanır.

       Romanın dilini bir ergen’in psikolojisini yansıttığı için çok da yadırgamıyorum.Üslup argo içerir.Sık sık küfürler görsek de bunların rahatsızlık verdiğini düşünmüyorum.Zira Holden’i anti-kahraman olarak nitelendirmemizin başka bir sebebi de bütün ‘zırvalıklara’ ve ‘sahtekarlıklara’ böyle pasif bir biçimde küfürler savurarak isyanını yaşamasıdır.

      Şüphesiz Salinger, çavdar tarlasında uçurumun kıyısındaki çocukları kurtarmak için yazmıştır bu kitabı.O, yetişkinlerin dünyasına hitap etmeyen biridir.Çocukları bir çeşit ‘olumsuzluktan’ kurtarma bekçisidir.Belki debu büyük insanların dünyasında savrulan kimselerin yol göstericisi olarak hissettirmiştir kendini ve Holden’in de istediği bundan başka bir sey değildi. ‘felaket’ bir yalnızlık içindedir bu dünyanın parmaklıkları ardında ve öte tarafa geçmek için büyükleri anlamak gerekecektir.Ancak öyle söylüyor ki Holden büyüklerin pek de anladığı yok küçükleri.

       Aslında bunu belki en başında not etmem gerekirdi ama bu kitap bir dönem Amerika’da lise düzeyinde en çok yasaklanan kitap olmasına rağmen aynı zamanda en çok okutulan kitaptır.Hala bazı bölgelerde yasaklı olduğunu bildirmek isterim.Duyduğuma göre de Türkiye’de bazı okullarda okutulmuş. Stylist.co.uk sitesi tarafından "En iyi ve en ikonik 100 giriş cümlesi" listesinde romanın giriş cümlesi birinci sırada yer alırken "En iyi 101 kapanış cümlesi" listesinde on beşinci sırada yer almış.Kitap günümüze de çok yabancı değil.Yani belki bu döneme ve bundan sonra daha birçok döneme seslenecek gibi.Bu yapıt aslında gizemini pek yansıtmamış sayılabilir çünkü böyle bir kitabı yasaklamayı uygun gören zihniyet çok fena korkmuşa benziyor.Ama biliyoruz ki konu yok denecek kadar sığdır.Ve asıl iş Holden’de biter.Holden sanırım içimizde bir yerde bir zaman sonra arayacağımız bir ‘’kahraman’’ olacaktır



Gazap Üzümleri üstüne


''John Steinbeck, Gazap Üzümlerim 1930'larda ABD'de yaşanan Büyük Göç'ün bir anlamda destanı olarak kaleme aldı.''
       
      '' Genç yaşlı, kadın erkek, binlerce emekçinin verimli topraklara yolculuğunu ve bir ulusun yaşadığı dönüşümü işleyen bu roman, aynı zamanda iyi bir yaşam düşüyle Oklahoma'dan kalkıp Kaliforniya'ya doğru yola çıkan Joad ailesinin öyküsüdür.

       Steinbeck'in Büyük Bunalım dönemi sırasında Amerika'da var olma savaşı veren insanların yaşamından yarattığı bu dram, toplumsal içeriği ve etik bakışıyla görkemli bir atmosfer yaratırken, getirdiği insani boyutları ve yalınlığıyla da içten bir yapıta dönüşüyor.’’

       1929 Ekonomik Bunalımı, Amerika'da başlamış tüm dünyaya yayılmıştır. Küçük toprak sahipleri bankalar ve tüccarlar tarafından aldatılmakta, insanlar, kuraklık, yoksulluk, zorbalık veya açlık yüzünden evlerini terk etmektedir. 1930'larda 3 milyon insan Kaliforniya’ya yeni bir yaşama başlamak için yerleşmiştir. Eser Büyük bunalımdan etkilenen Joadları yakından inceleyerek bu çiftçilerin de insan olduklarını hatırlatmaya çalışmakta, vahşi kapitalizmin insanları ne hallere sürüklediğini vurgulamaktadır.

“Bu romanda yazar, hızlı bir sanayileşme süreci yaşayan Amerikan toplumunda, toprağa bağlı yaşamaya alışmış büyük bir ailenin değişim rüzgârları karşısında acımasızca savruluşunu ve tükenişini anlatmaktadır. Başka bir deyişle, bu roman, ayakta kalma mücadelesi veren insanların destanıdır”

---------
    
       Amerikan edebiyatının usta yazarlarından John Steinbeck, eserlerinde, insanın suratına çarpan acı bir gerçekliği eksik bırakmıyor.İşte gazap üzümleri de bu eserlerden yalnızca biri.Nobel ve Politzer ödüllü yazar büyük buhran yıllarındaki küçük çiftçilerin, toprak ‘self’lerinin dramını beş yüz kusur sayfalık bir kitapta buluşturmuş.Bir bakıma insanlık tarihinin ufak bir manifestosu olabilir bu.Yıllarca yaşadıkları,büyük babalarından kalma, öz topraklarından koparılarak yeni yaşam yerleri, geçimlerini sağlayacak yeni topraklar ve umutlar bulmak uğruna, Oklahoma'dan Kaliforniya’ya doğru sıkıntı ve sefalet içinde sürünen Joad ailesinin ve onlar gibi bir çok ailenin çöküntüsü bize pek de yabancı gelmemeli.Anadolu insanımızın da böyle çilelerden geçtiğini ve böyle sefil yaşamları sürdüğünü anımsamak gerekir.Bunun için diyebiliriz ki John Steinbeck Amerika’nın Yaşar Kemal’i, Fakir Baykurt’u, Orhan Kemal’idir.Çiftçinin, işçinin, toprağın ve en nihayetinde emeğin değerini anlamış ve bu uğurda baş yapıtlar sunmuştur dünya edebiyatına.

       İnsan hayatını sarsan ve onun farklı merhalelerde akmasına sebep olmuş evrensel değişmelerin getirdiği yeni yaşam şartlarına adapte olamayan insanların çöküntüleri, kopuşları, büyük buhran yıllarında Amerika’da kapitalizmin getirdiği açlık ve en nihayetinde yıkım… Steinbeck uzun ve sade tasvirlerle, yer yer ‘canavar bankalar’ı eleştiren, doyumsuz büyük toprak sahiplerini yerden yere vuran ve sistemin diğer bütün getirilerini ; makinalı tarımı, insana biçilen değerin düşüşünü, robotlaşmış insan müsveddelerini rahatsız edecek bir takım sessiz çığlıklar ve iğnelemeler ile hafif bir komünizm propagandası yapmış.Ancak her şeyden önce bir tarihi belge niteliği taşıyan bu kitap Amerikanın çok da eski olmayan bu zor yıllarını ve çalkalanan bütün insan ilişkilerini; insan-din, insan-toprak, bağlılık, acı, sevinç, emek ve emeğin değeri, çaresizlik, paylaşmak, kanaat etmek, umut vb. birçok kavramı eleştirmesi ve dramatik bir realizm ile insanın yüzüne çarpması açısından önemlidir.
 

       Kitaptaki uzun tasvirlerde bile, örneğin yalnızca bir kaplumbağanın yol alışını tasvir ederken bile o örtülü anlatımın altından bir sistem eleştirisi çıkarabilirsiniz.Kitapta adı geçen karakterlerden bir veya birkaçını kendinize yakın bulabilir, aslında ondan çok da farklı olmadığınızı anlayabilirsiniz.Bu yönüyle şu çıkarımlar kalır aklımızda: dünyadaki tüm acılar, tüm ağıtlar ortaktır.Toprağından koparılmış Oklahoma köylüsü ile Anadolu köylüsünün ve kapitalizmin çarklarına sıkışmış diğer bütün dünya emekçilerinin acısı,ağıdı ortaktır.İşte evrensel olan da bu değil midir?

       Kitabın en etkileyici kısmı belki de son paragraflardır.Yol boyunca hamile olan ve konakladıkları bir yerde ölü doğum yapan Rose of Sharon’un açlıktan ölmek üzere olan bir adama göğüslerinden süt içirmesi tüyleri diken diken edebilecek kadar etkileyicidir.

       Gazap Üzümleri her döneme hitap eden bir romandır. Geçmişe tanık olduğu gibi bu işleyiş, bu sistem bir gün değişmediği sürece de hiç kuşkusuz daha birçok dönemde aranılan romanlardan olacaktır.
 

       Gazap üzümleri okunması gereken bir kitaptır.Eğer hala okumamışsanız okuyun ve okutturun derim.Bu dünya klasiğinden habersiz kalmanızı istemem.

       Siz siz olun iyi bir yayınevinden sağlam bir çeviri okumaya çalışın.Benim Oda yayınevi ile deneyimim pek iyi olmadı.Mesela Remzi veya Cem yayınevi olabilir.Ayrıca Sel yayınevi yepyeni bir baskı ve çeviriyle bu şaheseri okurları ile buluşturuyor.Bu arada filmini de izlemekte fayda var tabi.




Aylak Adam'a bir yöneliş


       Ardından birkaç kitap bıraktıktan sonra Manisa’nın köylerinden birinde inzivaya çekilmiş bir adam... Nasıl olur ki birkaç eser ile böylesine güçlü bir edebiyat geleneğinin temsilcisi olabilmiştir? Bu sorunun yanıtını Yusuf Atılgan’ın eserlerini ince bir dikkatle tahlil ettiğimiz zaman görmekteyiz. Gerçekten de Yeni Roman dediğimiz inkılabın Batı’daki gelişimine paralel olarak edebiyatımızdaki çizgisi üzerine sağlam adımlarla iz bırakan bu yazın adamının başarılı eserleriyle edebiyatımızın modernist yanı kuvvet kazanmıştır.

   Batı’da romanı klasik gelenekten arındırma çabası ve ‘’eskimiş   kavramlar’’dan kurtulma; yani maceralarla dolu klasik anlatıma ve maceraperest roman kahramanlarına karşı çıkışın 50’li yıllarda ortaya çıktığını söyleyebiliriz.Yeni Roman’cılar okuyucuyu kendine hayran bırakan maceraperest  roman kişisine baş kaldırıyorlar ve onları gelenekten kurtarıp anlatıyı psikolojik olarak şekillendirmeyi ve kahramanın psikolojisini aydınlatmayı amaçlıyorlardı.

  Bu bağlamda bizim edebiyatımızda modernist bir yazar olarak Yusuf Atılgan eserlerinde bireyin varoluş sorununu ve toplum içindeki yalnızlaşmasını anlatmakta bu yönüyle psikanalitik roman karakterleri oluşturarak Freud’un da dediği gibi bir nevi sanatçıda bulunan nevrotik bir rahatsızlığı bir memnuniyetsizliği dile getirmekte,  toplum değerleri ile zıtlaşarak bir varoluş kavgası yaşamaktadır.Aylak Adam ve Anayurt Oteli  adlı romanları gerek çizdiği karakterlerin özellikleri, gerek anlatım tekniklerinin farklılığı, gerekse farklı bilim dallarının tahlil edebileceği anlatıların bulunması açısından önem arz etmektedir.

  İlk baskısı 1959'da Varlık Yayınları tarafından yapılan bu roman postmodern edebiyatın önemli örneklerindendir.1958 Yunus Nadi Roman Ödüllerinde birinciliği Fakir Baykurt'un Yılanların Öcü romanına kaptırır..Kitap daha sonraları Bilgi,İletişim ve Yapı Kredi yayınları tarafından yayımlanır.Yayımlandığı ilk günden beri geniş bir okuyucu kitlesi barındırmıştır.

  Atılgan'a göre onun asıl işi yazarlık değildir.Kendisi sadece yazmak için yazdığını söyler ve yazdıklarının ona para kazandırdığına şaşırdığını belirtir.İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde  Reşit Rahmeti Arat,Halide Edip Adıvar,Ali Nihat Tarhan,Ahmet Hamdi Tanpınar,Fahri İz,Ahmet Caferoğlu gibi üstad isimler hocalarıdır.Üstelik Ahmet Hamdi'nin öğrencisi olmaktan kıvanç duyduğunu söylemiştir.

   Atılgan bir zaman öğretmenlik yapar.Hapse girer çıkar.Öğretmenliği elinden alınır.Buna derinden üzülmüştür. Hapisten çıktıktan sonra köyüne geri döner ve çiftlik işleriyle uğraşır.İşte yalnız adamımızın edebi üretimi böyle bir ortamda peyda olur.Dergilerde takma isimlerle öyküler yayımlar.Aylak Adam'ı  yazar ve yarışmanın son günü-son saati başvurusunu yapar.Jüride; Halide Edip Adıvar, Sabahaddin Eyüpoğlu, Azra Erhat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Orhan Kemal, Behçet Necatigil, Vala Nureddin, Haldun Taner ve Cevad Fehmi Başkut vardır.



Aylak Adam ve Psikanalizm

  Romancımız Atılgan'ın  edebiyatımız için ne denli önemli bir eser yarattığına değindik.Şimdi bay C. ve onun çevresinde dört mevsim teşekkül eden olaylara psikanalitik bir yaklaşımda bulunalım:

  Bu bilgiler bağlamında romanı inceleyecek olursak C.nin babasına benzemek istemediğini ve teyzesine karşı aşırı bir ilgi duyduğunu görmekteyiz.C.nin teyzesine ilgi göstermesinin nedeni ise o daha bir yaşındayken annesinin ölmesi ve onu teyzesinin yetiştirmiş olmasıdır.Bunu kitabın son kısımlarında Ayşe karakterine ''itiraf'''larından görebilmekteyiz.Hizmetçili bir evde teyzesi tarafından büyütülmesi ve babasının alkol ve kadın düşkünü olması C.nin bundan sonraki yaşamını fazlasıyla etkilemiş ve bilinçaltında saklanmış kötü hatıraların insanlara ve olaylara karşı tavrında belirginlik kazanmasına neden olmuştur.C.'nin babasına benzemek istememesi ve onun gibi biri olmayı reddetmesi iç dünyasında kutsallaştırdığı değerlere karşı konulmasından kaynaklanmıştır.Yani teyzesine gösterdiği aşırı ilgi karşısında babasını bir engel-ara bozucu olarak görmekte ve onu yok etme düşüncesine eğilim göstermektedir.

  C.'nin hayatına giren diğer kadınların onu tatmin edememesi ve masumane çocukluk aşkı ve onun ilk kadını olan teyzesinin boşluğunu dolduramaması onu sürekli bir arayışa ve toplumun tabularından kaçışa, bunun sonucu olarak bir çeşit yabancılaşma ve bireysel yalnızlığa itmiştir.Babasının teyzesine karşı gösterdiği cinsel arzuya ve bedensel temasa tanık olan C. bu olayı bilinçaltının derinliklerine atmış ve bundan sonra babası gibi biri olmamaya adeta ant  içmiştir.Babasını teyzesi le cinsel münasebette gören C. babasının üzerine yürümüş ve babası tarafından darp edilerek kulağı yırtılmıştır. C. bunu bir ceza olarak bilinçaltına gizlemiş ve bu cinselliğe karşı yaklaşımını etkilemiştir.Bu noktada karşımıza romanın çeşitli yerlerinde sıklıkla tekrarlan iki leitmotif çıkmaktadır : bacak ve kulak. C. yaşadığı ilişkilerde sürekli partnerinin bacağını okşama arzusu duymakta ancak hemen ardından kulağında bir yanma/kaşıntı hissetmektedir.Bunu şu şekilde değerlendirebiliriz:

  Çocukken yaşadığı kötü olayların bilinçaltına kazınması ve vakti gelince bunların çözünmesi ondaki bir çeşit psikolojik rahatsızlığı açığa vurmaktadır.Babasının evdeki birçok hizmetçiye olduğu gibi teyzesine karşı cinsel arzuları ve C.'nin kulağındaki yırtık ve de onda uyanan bacak okşama arzusu karşısında kulağı yüzünden engellenmesi birbiriyle bağlantılı süreçlerdir.

 C.'nin dolayısıyla Yusuf Atılganın romanda baba figürünü üzerinde duruşunu aşağıdaki alıntıda görmekteyiz:


  C.'nin hayatına giren diğer kadınların onu tatmin edememesi ve masumane çocukluk aşkı ve onun ilk kadını olan teyzesinin boşluğunu dolduramaması onu sürekli bir arayışa ve toplumun tabularından kaçışa, bunun sonucu olarak bir çeşit yabancılaşma ve bireysel yalnızlığa itmiştir.Babasının teyzesine karşı gösterdiği cinsel arzuya ve bedensel temasa tanık olan C. bu olayı bilinçaltının derinliklerine atmış ve bundan sonra babası gibi biri olmamaya adeta ant  içmiştir.Babasını teyzesi le cinsel münasebette gören C. babasının üzerine yürümüş ve babası tarafından darp edilerek kulağı yırtılmıştır. C. bunu bir ceza olarak bilinçaltına gizlemiş ve bu cinselliğe karşı yaklaşımını etkilemiştir.Bu noktada karşımıza romanın çeşitli yerlerinde sıklıkla tekrarlan iki leitmotif çıkmaktadır : bacak ve kulak. C. yaşadığı ilişkilerde sürekli partnerinin bacağını okşama arzusu duymakta ancak hemen ardından kulağında bir yanma/kaşıntı hissetmektedir.Bunu şu şekilde değerlendirebiliriz:


  Çocukken yaşadığı kötü olayların bilinçaltına kazınması ve vakti gelince bunların çözünmesi ondaki bir çeşit psikolojik rahatsızlığı açığa vurmaktadır.Babasının evdeki birçok hizmetçiye olduğu gibi teyzesine karşı cinsel arzuları ve C.'nin kulağındaki yırtık ve de onda uyanan bacak okşama arzusu karşısında kulağı yüzünden engellenmesi birbiriyle bağlantılı süreçlerdir.


 C.'nin dolayısıyla Yusuf Atılganın romanda baba figürünü üzerinde duruşunu aşağıdaki alıntıda görmekteyiz:


  Alıntılarda görüldüğü gibi bacak ile kulak arasındaki dolalı bir ilişki vardır. C.'nin cinsel güdülerine bilinçaltında yatan kulak olayı engel olur ve bundan rahatsızlık duyar.Ancak kitabın  ilerleyen bölümlerinde Ayşe karakteriyle arasında geçen olayda farklı bir durum yaşanır:


  Romanda C.'nin  B. karakterine bir türlü erişemeyişi ise bir başka odak noktası olarak karşımıza çıkar ve bir iki yerde adeta bir arada olmalarına rağmen bir türlü denk gelemezler.Karakter olarak birbirine benzeyen iki insandır C. ve B. Romanın sonunda yazar okura açık bir kapı bırakır.Farklı yorumlara açık bir sondur bu.Çünkü C. bir kadının ardından koşmaktadır ama yaşadığı aksilikler neticesinde kadının izini kaybeder.Bu kadın gerçekten B. midir yoksa başka biri mi tartışılır ama Atılgan'ın anlatımına göre belki de aradığı ''imkansız'' bu kadındı.''İki kişilik bir sevgi dünyası''ndaki kadın bu kadın mıydı? Bu kadın B. miydi ? Tartışılır.



  Romanda öncelikle Sigmund Freud'un Oidipus Kompleksi adını verdiği psikoloji vakasının yansımalarını inceleyelim. Freudyen psikanalitiğine göre 3-5 yaş arasındaki bebeğin karşı cinsten olan ebeveyni aşırı derece içselleştirmesine ve ona aşk ile bağlanmasına, buna karşın aynı cinsten ebeveyni saf dışı bırakmaya çalışma konusunda çocukta beliren dürtü güdü ve isteklerin bütününe Oidipus Kompleksi denir.Freud'a göre her çocuğun ilk aşkı karşı cinsteki ebeveynidir.Kız çocukları nasıl babalarına karşı bir ilgi duyuyorlarsa erkek çocukları da böyle bir ilgiyi annelerine karşı duymaktadırlar.Erkek çocuğunun babasının annesiyle ilgilenmesinden duyduğu rahatsızlık ve kız çocuğunun ''güçlü'' babalarını örnek alması bunun sonucudur.Oğlanlar annelerine kızlar ise babalarına ciddi bir ilgi-eğilim gösterirler.
“...Ama o yapamıyordu; soymayacaktı kadını. Sağ bacağını büküp dizini kaşıdı. Babasına benzemekten korkuyordu.” , “Baban sandım seni. Sizin evde hizmetçiydim ben. Tıpkı baban gibisin. Bir bıyıkların eksik.” “Defol, babama benzemem ben.”” (s.22).
“Yeniden yürümeye başladıkları zaman hep onun bacaklarına bakıyordu. Babası daöyleydi. Üstelik bıyıklarını burardı. Kulağını kaşıdı.”(s.50)
“Önce bir sinemaya gidip iki saat, ıslak ıslak, deli deli öpüştüler. Sıcaktı. Yalnız bacaklarına dokunmuyordu. Neden ona her gelişinde bacaklarını da getirirdi? Hep böyle olurdu. Onları okşama, sıkma isteğiyle avucu karıncalanmaya başladıkça bir kulağı yanardı. Dokunamazdı.” (s.83)

“...Çekine çekine elinin altındaki ılık bacağı aşağı yukarı okşadı. Kaşınmıyordu işte! Birden Ayşe’yi titreten bir telaşla ona sarılıp öptü. -Ötekiler yok! dedi. Unut hepsini. İkimiziz. Biz varız.” (s. 124)
  Bu kısım C.'nin babası ile arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlaması açısından önemlidir.Burada artık C.'nin kulağı kaşınmaz.''-Ötekiler yok'' demesi aslında önceden içinde tuttuğu baba figürünün artık onda bulunmadığını ve yalnız kendisiyle kaldığını göstermektedir.
  Slavoj Zizek bilinç altında var olan otonom nesneden kurtulmanın tek yolunun o nesneye dönüşmek olduğunu söyler.C.'deki değişim de bir nevi böyledir.Aslında baba figürünü kendi içinde yok etmemiş ondan kurtulmaya çalışırken ona dönüşmüştür.Başka bir psikanalitik bakış ise şu şekilde düşünülebilir. Freud'a göre bastırılan her şey tekrar geri döner.Bilinçaltına işlenen çocukluk her ne kadar bastırılsa da çeşitli şekillerde mutlaka kendini tekrar gösterecektir.C. de bir zamanlar baba figürünü yok etmeye çalışırken aslında ona hakim olmuştur.Bu zaruri teslimiyetin bir neticesi olarak artık bacak-kulak etkileşimi eskisi gibi işleyiş göstermez.


Aylak Adam ve Yabancılaşma

  Yusuf Atılgan kaleme aldığı üç romanında da yabancılaşma temasını titizlikle işler.Aylak Adamda roman baş kişisi şehir, Anayurt Oteli'nde kasaba ve Canistan'da köy ekseninde yabancılaşma ele alınır.Aylak Adam C. kendini toplumdan soyutlayan,toplumun tabularına,değerlerine baş kaldıran bir tiptir ve bunun bir neticesi olarak  yalnızlaşmanın ve nihayetinde kendi kendisiyle yabancılaşmanın kurbanı olur.

  Böylesine bariz bir şekilde Atılganın kişiliğinde ve roman karakterlerinde kendini gösteren yabancılaşma kavramına değinelim.Marx’a göre yabancılaşma kavramı, insani ürünlerin insanı boyunduruğu altına alan karşıt güçler haline gelmeleri ve bunun sonucu olarak da insanı insan olmayana dönüştürmeleri sürecini dile getirir.Yabancılaşma kavramı kendi içinde belli başlı bazı anlamlar barındırır.Yabancılaşma kavramı bu anlam daireleri çevresinde değerlendirilebilir
 Güçsüzlük, Anlamsızlık, Kuralsızlık, Kültürel Yaygınlaşma, Toplumdan Yalıtlanma.

  C.'nin yukarıda sıralanan kavramlar bağlamında bir haritasını çıkarabiliriz. Atılgan'ın romanlarının özüne yabancılaşmayı koyduğunu biliyoruz. C. karakteri, ''insanın dünyaya gelirken yalnız olması ve bu dünyadan göçerken de yalnız olacağı'' ve ''insan varoluşundan sonra özünü kendi yaratır'' düşünceleri temel alınarak şekillendirilmiştir.Aylak Adam' baktığımız zaman C.'nin yaşadığı yabancılaşma ve yalnızlığın farkında olduğunu görürüz .Hatta öyle ki bu hali değiştirmek için çaba gösterir.Ama aynı bilinci ve değiştirme isteğini Anayurt Oteli'nin baş kahramanı Zebercet'te görmeyiz. C. sürekli bir arayışın, bir umudun peşindedir.Sevmeye çalıştığı kadınlarda hep teyzesini bulmaya çalışır ve bu uğraşında muvaffak olamadığına şahit oluruz.Annesini küçük yaşta kaybettiğinden anne sevgisini,anne şefkatini hep teyzesinden duymuştur.Bunun içindir ki C. Ayşe ve Güler karakterlerinde bunu arar.Bu ilişkilerin ardından bile umutla o ''ideal'' sevgiliyi arar .C.'nin birlikte olduğu kadınlar, teyzesinden mutlaka pay almalıdır.Güler'e sırf gözleri teyzesine benzediği için ilgi duymaktadır. C.'nin ideal sevgilisi onu her haliyle kabul etmeli ve bir anne şefkati karşılıksız koşulsuz bir anne sevgisi göstermelidir.Romanın bir yerinde şaşı bir fahişeyle arasında yaşanan olayda kadını evine götürmüş ve kucağına çocuk gibi kapılmıştır.Çünkü onda teyzesinde duyduğu hisse benzer hislere kapılmıştır.Çocukluğunda teyzesinin kucağında duyduğu huzura benzer bir hali bu kadının kucağında da duymuştur.

“Şaşı kadın karmaşık yollardan bana Zehra teyzemi getiriyordu. Dizinde yatarken yalnız benim bildiğim kokuyla dolu, kimi duran, kimi kıpırdayan dudaklarına bakardım. Arada eğilir, ben büyük, inanılmaz bir şeyler olacağını beklerken salt burnumun ucunu öperdi. Yüzü bana inerken gözleri şaşılaşırdı.” (AA., s.10.)

  İdealize kadın tipi arayışı içinde yabancılaşan Aylak Adam C. için aradığı kadının teyzesinin vasıflarını taşıması son derece önemlidir.Günlük hayatın rutin işlerinden bir kaçış sıradan ve bayağı bir hayat sürmek yerine buna karşı çıkma ve ideal kadının hem teyze figürünün vasıflarının taşımasını hem de kendi gibi bu sıradanlığa baş kaldırmasını istemektedir.

Güler,”- Dünyadan çok şey beklemiyorum. Üç oda, bir mutfak, sevdiğim adam, biri kız biri oğlan iki çocuk…” deyince, yalnız, “-Adam bırakıp kaçsın çocuklar kuşpalazına tutulsunlar diye mi?” der demez, ürperdi. Bu sözü başka bir yerde işitseydi “Bu kız beni eli paketlilerden biri yapmak istiyor. Onlar için yaratılmış. Benim aradığım değil o, “diye düşünür, belki çeker giderdi.” (AA., s.72)

  C. topluma yabancıdır.Bu muhakkak.Ancak bununla beraber toplumsal yabancılaşmanın kökenine, nedenlerine inip bunları irdelemez sadece sonuçları ile ilgilenir. Gülerde aradığını bulamaz çünkü her ne kadar teyzenin gözlerine sahip olsa da o toplumun değer yargılarının bir eseridir.Bir karşı çıkış içerisinde değil itaat eğilimindedir.C., kendi deyimiyle ''eli paketli'' olmak istemez.Aslında bu toplum içinde kendine bir yer edinemeyişin sıkıntısı ve varoluşun dayanılmaz aylaklığıdır. Bir başka kadın Ayşe de C.'nin yalnız iki kişiden oluşan sevgi dünyasında tahayyül ettiği bir olamamaktadır. Burada ne kadar bir ''yaşanmışlık'' olsa da C. alışmaktan korkan bir adamdır.İster Ayşe ister Güler olsun bu ilişkiler elbette bir yere kadar devam edecektir.Toplumun tabularının hakim olduğu yerde C.'nin yok oluşu başlamaktadır.Bireyin toplum içinde yer edinme problemi işte bu kadar net işlenmiştir.Bunun yanında toplum değerlerine karşı yazarın yaklaşımı kendisinden çok sık bahsetmediğim B. karakteri üstünden bir nebze şöyle eleştirilmiştir :
"İşte eli bacaklarımda. Nedim de hep etekliğimin altında bacaklarımı sıkardı. Yoksa bu da o mu? Yılı olmuş. Tam bir hafta öpüştüktü. Tın tın..." 
Bacaklarındaki el gergin, okşamakla kanmamış daha ileri kaydı. Kadının sonradan kazandığı o ek-içgüdüyle bacaklarını kıstı. Annesi, küçükken orasını kurcaladığını gördükçe eline iğne batırırdı. Salt oraya verilen önem... "Dalgın olduk mu gerçek benliğimizle davranıyoruz. Ben de öteki nazlı dişiler gibi miyim?" Kendini yeniden koyuvereceği sıra Erhan'ın eli bacaklarından ayrıldı. Kinli, istediğine karşı gelinmiş şımarık bir oğlan sesi duydu: 
— Ne o, yoksa kız mısın?  
Önce şaştı. "Ah, bu kadarı fazla..." İçinde yıkıcı, acı verici bir deprem başladı. Dönüp baktı. Şu yakışıklı erkek işte buydu. Artık tanıyordu onu. Şiirlerin, kitaplardan kapma büyük sözlerin yapma süsünden sıyrılmış; beylik yargılarla dolu, bayağı. Böyleleri için en önemlisi kızlıktı. Oysa B.'nin ona vermek istediği şeyin yanında kızlık neydi ki? Yarın gidip onların bu kızlık dedikleri şeyi tanımadığı bir erkeğe verecekti. (Hey gidi öfke, sen insan aklına daha saçma düşünceler bile getirebilirsin.) Yanındaki erkek bunu almanın sorumluluğundan korkar. Biliyor, korkaktır o. Ona sarılmaktan, onunla öpüşmekten tat aldı diye kendini hor gördü. "Bulaşık bezi. Vıcık vıcık... " Onların gözünde bütün kadınlar birdir. Amaçlarına götürmekteki başarısı denenmiş o pek rahat 'sıra'larını bozmazlar: Önce el tutulur, sonra öpülür, sonra memeler okşanır; En son etekliğin altı gelir. ''Ben onun için yeni bir kobayım, bir deney hayvanı...'' Birden suya düşmüş gibi üşüdü. (Aylak Adam s.f33)
  B'nin Erhan'la arasında yaşanan olaydan alınan yukarıdaki kesitte aslında okuyucuya bir rahatsızlık durumu sezdirilmeye çalışılmıştır.Toplumsal değerler içinde kadının konumu, kadın-erkek ilişkisi ve bunun yabancılaşma bağlamında bir eleştirisi kabul edilebilir bu bölüm.Diğer bölümleri artık burada nakletmeyeceğim ancak şunu belirtmek gerekir ki Aylak Adamı okurken kitabı bütün bir şekilde değerlendirmeli ve ara sıra Atılganın -bilinçli veya bilinçsizce- karakterlerinin başından geçen olaylarla okurda sevinç,mutsuzluk,ümitsizlik,tiksinme,öfke gibi çok zıt olabilecek duygular uyandırmasını normal karşılamalıyız.Aksi halde kitabı psikolojik zeminden ayrı düşünürsek çok farklı yorumlarda bulunabiliriz.Bu nedenle kurguyu bütün bir biçimde değerlendirilmeli kitaptaki leitmotıvlere,dile,anlatıma dikkatle yaklaşmalıyız.

  Aylak Adam gibi edebiyatımızda yeri tartışılamayacak bir eserin -kendimce- bir değerlendirmesini yaptığımı düşünüyorum.Elbette ki değinemediğim ve değinmek zorunda olduğum bir çok anlatım ve teknik vardır.Ancak bunu ilk deneyimimin acemiliğine bağışlıyorum.Kitap hakkında bir sonraki yazımda değinmeyi düşündüğüm konu başlıklar: C.'nin Aylaklığı,kötü adam figüründeki ''bıyık'' imgesi ve kitabın son kısmındaki ''belirsizlik'' olmakla birlikte bunların farklı okumalarımda artabileceğini garanti edebilirim.Yusuf Atılgan'ın bir başka romanı olan Anayurt Oteli'nde ise değerlendirmeyi düşündüğüm bir kaç nokta olacaktır.Aslında ciddi anlamda ün kazandığı eseri Anayurt Oteli'dir. Fakat Atılgan'ın bu kitabını ilk olarak incelememin nedeni üzerimdeki büyük etkisidir.

 
 Yazımın bu bölümüne son vermeden önce bana ciddi anlamda kaynaklık eden bir kaç makale hakkında bilgi vermek istiyorum.Aksi halde adımın ''intihalci''ye çıkmasını istemem.Esere psikanalitik açıdan bakmama yardımcı olan ''Aylak Adam ve Anayurt Oteli’ne Psikanalitik Yaklasım:Atılgan’ın Oidipal Roman Kisileri Olarak C. ve Zebercet'' ve yabancılaşma sorunu dahil bir çok konuda faydalandığım''Yusuf Atılgan'ın Romanlarında Birey ve Birey Sorunları'' adlı makaleleri belirtmeliyim.